karabatak

Literary Criticism
Series
65
Books

About this ebook series

Çıkış

Karabatak, “Esenlik kıyıda durmaktadır” demeyip, sarp yamaçlardan sulara dalalı çok oluyor. Yunus’la kanatlanmıştı çünkü, “Çevik bahrî olmak gerek, bir deryaya dalmak gerek / Bir gevher çıkarmak gerek, sarraf anı bilmez ola,” diyerek. Fakat deniz derin, cevher ırak, inci gizliydi. Nefes dar, sabır acı, kanatlar acizdi. Sarraf altın neşesini neredeyse kaybetmek üzereydi. “Soluğunu tut, soluğunu tut,” demeseydi Mevlâna, bu kadar uzun kalamazdı derinde. Soluğunu aylarca tuttu ve tam çıkmasından umut kesildiği anda siyah parlak kanatlarından acı sular damlatarak fırladı denizden. Balıkçıların haset yüklü bakışlarına aldırmadan cevherini kıyıya bıraktı. Aynı renk, aynı şekil inciler bekleyenlere Molla Cami’nin “Hür İnsanlara Armağan”ıyla cevap verdi: “Ey şair, bu madende çok acı çekmiş, rengârenk mücevherler elde etmişsin. Bu madenin cevheri tek bir renk değil, denizin bütün incileri aynı değil…”

Karabatakların şair olduğunu düşünmüştüm yıllar önce Kadıköy – Eminönü vapurlarından birinde. Yüzlercesi dalgakıranda güneşe doğru kanatlarını açmış kuruturken bir dalış ayininin son gölgelerine şahit olmuş, “Karabatak” şiirini o görkemli ayinin rüzgârıyla yazmıştım. O şiirde bir mısra var ki belki de elinizde tuttuğunuz derginin varlık sebebidir: “Battığı yer ölüm, çıktığı yer aşk.” Şairin teslim olduğu anlardan biriydi ve kalemi oynatan ben değildim. Neden çıktığı yer aşk? O vakitler Ahmed Gazâli’nin, Sevânihu’l – Uşşak adlı eserindeki şu fırtınalı kelamdan haberdar olsaydım bu soruyu sormazdım yıllarca: “Aşkın bizzat kendisi kuştur, yuvadır; zattır, sıfattır; tüydür, kanattır; havadır, uçuştur; avcıdır, avdır; kıbledir, kıbleye durandır; taliptir, matluptur; evveldir, âhirdir; sultandır tebaadır; kılıçtır, kındır; bahçedir ağaçtır; hem daldır, hem meyvedir, hem yuva hem kuş.”

Sevgili okur! Karabatak, özü şiir olan bütün sanatlara açıyor kanadını. Şiiri merkez alan bir genişleme bu. Çekirdeğin dallarda, yapraklarda ve meyvelerdeki aksi. Objektif sanatlarla sübjektif sanatların büyülü harmanı. İki ayda bir derinlerden çıkmasını bekleyeceğiz bu deniz kuşunun. Bekleyeceğiz ki Timur Selçuk, “İnsanda su arayan bir yan kalmamış,” diyebilsin bizlere. Bekleyeceğiz ki Sabahattin Ali’nin bir gece vakti, elleri kelepçeli bir halde Sinop topraklarına ilk ayak basışında biz de onu çevreleyen karanlığın içinde yerimizi alabilelim. Bekleyeceğiz ki Salvador Dali’nin rüyalarının ya da gerçeklerinin bir parçası olabilelim. Bekleyeceğiz, çünkü bir karabatak gölgesi dalgaları kımıldatsın diye uzun zaman önce denize pusu kurduk. O an geldiğinde “Göründü!” diye karayı müjdeleyebilmek için bekledik sabırla.

Fuzulî, divanının mukaddimesinde, Rüsvalık çamuru ve nedamet taşıyla imar ettiği, sıvamak ve süslemek için kanlar yuttuğu şiir evinden söz ettikten sonra sanatını ehil kalplere teslim etme arzusunu şu cümlelerle dile getirir: “Manalar üzerinde gündüzleri akşama kadar düşünmüş ve onları bir araya getirip bir manzume yazabilmek için gece sabahlara kadar uğraşmış insanlar görüp okusunlar. Zira onlar şairlik madeninden orijinal bir inci çıkarmak için ne kadar meşakkat çekmek lazım geldiğini bilirler.”

Ve şimdi, özgün olanı seçmesini, iyiyle yetinmeyip daha iyinin peşine düşmesini, okumanın en az yazmak kadar emek istediğinin bilincinde gecelerini sabahlara çevirmesini ve güzeli sırf güzel olduğu için sevmesini bilen nadir okuyucusuna, acı sularının damladığı kanatlarıyla selam veriyor Karabatak…